BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ
Fen Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

 

Yeni Türk Edebiyatı

1. Dündar, Leyla Burcu (2022). “Perperık-a Söe: Toplumsal Hafızanın İnşasında Kurmacanın Açmazları ve Olanakları”. Mesafeyi Aramak: 2010’lu Yılların Romanları Üzerine Yazılar. Haz. Jale Özata Dirlikyapan. İstanbul: Metis Yayınları, 2022.

Bellek çalışmaları dendiğinde akla gelen ilk isim, şüphesiz Maurice Halbwachs olur. Fransız sosyoloğun 1925 yılında yayımlanan Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri başlıklı çalışması, bu alanın kurucu eserlerinden sayılır. Düşünüre göre hafıza, geçmişin bireysel düzlemde muhafazası değil, toplumsal düzlemde yeniden üretimidir. Bellek gibi büsbütün bireysel olduğu varsayılan ve dolayısıyla psikolojinin temel konusu addedilen bir alanda toplumsallığın izini süren Halbwachs, Türkçeye ne yazık ki oldukça geç çevrilmiştir. 1930’da Durkheim’ın izinden giderek intihar konusuna da eğilen yazarın, yaşadığı yüzyıla başarıyla ışık tuttuğunu söylemek mümkündür. Ancak Gestapo’nun zulmü ile hazırladığı hazin sondan kaçamamış ve kurbanlarla aynı kaderi paylaşmıştır. 1944 yılında toplama kampına düşen Halbwachs, Buchenwald’dan sağ kurtulamamıştır.

Yukarıda söz edilen kitapta irdelenen meseleler, düşünürün ölümünden sonra 1950’de okurla buluşacak olan Kolektif Hafıza adlı çalışmasında derinlemesine irdelenmiştir. Bireysel hafıza anlayışını şiddetle eleştiren düşünür, içsel ve dışsal veya kişisel ve toplumsal olarak adlandırdığı hafıza türleri arasındaki ilişki ve karşıtlığı detaylı biçimde incelemiştir. Kolektif hafızanın zaman ve uzam değişkenlerinden nasıl etkilendiği ve yeniden inşa edildiğine odaklanan yazar, hatıra var olduğu sürece yazıya dökme gereksiniminin de olmayacağını vurgular. Buna göre, bir dönemin, toplumun veya kişinin tarihini yazma ihtiyacı, ancak yaşananlar geride kalıp bunlara ilişkin hatıraları muhafaza edecek tanık kalmadığında doğar.

Tam bu noktada, sanatın önemli bir kavşakta durduğu belirginleşir. Zira kolektif belleğin yeniden inşasında olduğu kadar, toplumsal yasın sağaltılmasında da başat bir rol üstlenir. Genelde sanatın özelde ise edebiyatın, sesi söze çevirirken yası da yazıya uladığı yadsınamaz. Malzemesi dil olan bu sanat, salt okura zulmü aktarmakla kalmaz. Ona mazlumun olduğu kadar zalimin de soluğunu duyurarak vicdanına hitap eder. Veyahut Hannah Arendt’in ifadesiyle, “kötülüğün sıradanlığı” ile yüzleşmeye davet eder. Bu noktada sözü Haydar Karataş’a getirmenin vaktidir. Yazar, 1973 yılında Tunceli’nin Hozat ilçesindeki bir köyde doğmuştur. Köyünde okul olmadığı için altı yaşında yatılı okula verilmiştir. Türkçeyi burada öğrenen Karataş, liseyi İstanbul’da okumuş ve bu dönemde bulaşıkçılık, çıraklık gibi birçok işte çalışmıştır. Siyasal görüşleri nedeniyle henüz on dokuz yaşındayken tutuklanmış ve on yılı aşkın süre Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde yatmıştır. 2002 yılında tahliye edildikten sonra ülkeyi terk etmiştir ve 2003’ten beri İsviçre’de siyasî mülteci olarak yaşamaktadır. Yazarın ilk kitabı Gece Kelebeği: Perperık-a Söe, 2010 yılında yayımlanmış ve büyük yankı uyandırmıştır. İkinci kitap On İki Dağın Sırrı: Bir Göz Ağlarken… adını taşımakta olup 2012’de okurla buluşmuştur. İlk romanında Dersim Harekâtı’nın sonrasına, ikinci romanında ise öncesine odaklanan Karataş, böylece anlatısını bütünlüğe kavuşturmuştur.

Haydar Karataş, 2010 yılında okurla buluşan romanı Perperık-a Söe ile yalnızca annesi Gülüzar’ın sesi olmakla kalmamış, yörede yetmiş yılı aşkın süredir kanayan yaraya da adeta yakı yakmıştır. Böylece ağıtlar, masallar ve türkülerde yaşayan yas nihayet yazıya dökülmüştür. Yazarın başarısı, acıları pazarlamak veya kurbanları metalaştırmak gibi ?Adorno’nun altını çizdiği? tuzaklara düşmemiş oluşundadır. Resmî tarih anlatısını parçalamış, toplumsal hafızayı yeniden inşa etmiş, katliamda dökülen kandan ziyade sonrasında verilen yaşam kavgasına odaklanmıştır. Büyük Tertele’yi küçültmeden estetize etmiş, başkalaştırmadan sanat yapıtına aktarmış, hafifletmeden edebî hazza dönüştürmüştür. Karataş, ideolojinin dar kalıplarına sıkışmamış ve tarihe duyduğu sorumluluğu omuzlamıştır. Romancının politik duruşunu vicdanı addetmiş, failler ve mağdurlara eşit mesafede durabilmiştir. Ayrıca kurmacada çocuk anlatıcının kullanımı ve doğanın kişileştirilmesi gibi kimi açmazlardan da maharetle sıyrılmış, bunları birer olanağa dönüştürmüştür. Şöyle ki, küçük bir kızı merkeze koyarak naif bir anlatı kurmuş, doğayı dirençli bir kahraman kılıp dile getirmiş, Türkçeyi ise masalsı bir güçle donatıp zenginleştirmiştir.

2. Tuğcu, Emine (2018). Bir Osmanlı ve Bir Çerkes: Sergüzeşt Romanında Özgürlüğün Bedeli. bilig-Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi 86: 45-64.

Osmanlı Devleti’nde köleliğin bir sorun olarak ele alınması, insan hakları ve özgürlük gibi kavramların da tartışılmaya başlandığı Tanzimat Dönemine (1839-1876) dayanır. 3 Kasım 1839 tarihinde Mustafa Reşit Paşa’nın kamuoyuna duyurduğu Gülhane Hatt-ı Hümayun, köleliğe doğrudan değinmemesine rağmen kulluk sisteminde sağladığı düzenleme ile devlet geleneğinde büyük bir kırılmaya neden olur. Ancak Hakan Erdem’in belirttiği gibi askeri-idari kulluk düzeninin kalıntıları Tanzimat ve sonrasına dek varlığını korur, hatta köleliğin ilga edilmesi dirençle karşılanır (2013: 63).

Sergüzeşt (Eleştirel Basım) Samipaşazade SezaiTanzimat döneminde yapılan reform hareketleriyle birlikte özellikle İngilizler, Osmanlı’da köle ticaretinin kaldırılmasına yönelik önemli bir rol oynar. 1840’ların başında İngilizlerle yürütülen çalışmalar 1857 yılında köle ticaretinin yasaklanmasına neden olur; ancak siyah köle ticaretinin önüne geçilmesinde etkili olan bu yasak, beyaz köle ticaretini sonlandırmaz, sadece sınırlandırılmasına yol açar (Toledano 1994: 11). Beyaz köle ticaretinin devam etmesinde Osmanlı’nın üst sınıf yaşantısı ve Kırım Savaşı nedeniyle Kafkasya’dan gelen mültecilerin Osmanlı’ya sığınmak istemeleri etkili olur. Dolayısıyla Çerkes köleler Osmanlı topraklarına gelerek “bedeviyetten medeniyete” taşınmış “fakr u ihtiyaç” hâlinden “refah ü saadete” ulaşmış oluyorlardı (Erdem 2013: 140) söylemini pekiştirecek anlatılar geliştirilmeye başlanır. Osmanlı’da köleliğin kaldırılmasına dair yapılan yasal düzenlemelere rağmen varlığını sürdürdüğü edebî anlatılarla da desteklenir. Özellikle Çerkes kadınlarının güzelliği, beyazlığı, itaatkârlığı ve arzulanan bir nesne olarak sunumu Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı yazınına da konu olur. Bununla birlikte Osmanlıdaki kölelik sisteminin Batıdaki kavranışından farklı olduğu Osmanlı’nın İslam dinine yaslanan daha “ılımlı” ve “insancıl” bir uygulama izlediği araştırmacıların hemfikir olduğu bir konu olarak karşımıza çıkar. Batı’da kölelik sömürme, aşağılanma, ırk ayrımı ve eşitsizlik gibi “insan”ı yok sayan olumsuz niteliğiyle ilga edilmeye çalışılırken (Toledano 1994: 3) Osmanlı’da köleliliğin “ikbal yolu” olarak kavrandığı vurgulanır. Zira devletin üst düzey yöneticisi olmaya imkân tanıyan kulluk sistemi ve varlıklı ailelerin evlerinde hizmet gören kölelerin durumları toplumun özgür tebaasına göre köleliğin daha ayrıcalıklı tanımlanmasına yol açar. Bu yazıda Samipaşazâde Sezai’nin Sergüzeşt romanından hareketle esaret sorununa odaklanılarak Osmanlı modernleşme süreci tartışmaya açılacaktır. Bu çerçevede Sergüzeşt’in ön sözünün okura verdiği mesaj tarihsel bir perspektifle değerlendirilecek; Tanzimat döneminde esarete yönelik devletin yaptırımlarına dair genel bir çerçeve çizildikten sonra anlatıda, Çerkes temsillerinin nasıl kurgulandığı sorusu ve bu kurguda üst sınıf Batılılaşmış Osmanlı aydınının yaşadığı çatışma ele alınacaktır. Esaret sorununun Osmanlı modernleşme sürecinde nasıl tanımlandığı ve bu soruna yönelik nasıl bir çözüm üretildiği; romanın karakterleri incelenerek cevap aranacaktır.

Tanzimat romanları çerçevesinde düşünüldüğünde Sergüzeşt’in türdeşleri ile bir takım benzerlikleri vardır. Tanzimat yazarlarının iyi-kötü, güzel-çirkin, beyaz-siyah gibi net ayrımları vardır. Sergüzeşt’te de bu netlik özellikle Dilber tipinin kurgusunda belirginlik kazanır, temiz kalbi ile beyaz bedeni güzelliğin bir timsalidir ve bu yüzden de “Venüs satüsü” ile özdeşleştirilir. Onun kusursuz güzelliği Çerkes ırkına mensubiyeti ile de bütünlük kazanır. Batı ve Doğu metinlerinde oluşturulan “Çerkes güzeli” algısının bir tezahürüdür Dilber; güzel olduğu kadar asil ruhludur da. İrvin Cemil Schick, “Çerkes güzeli” imgesinin sanat ve edebiyatta özellikle 19. yüzyılda “beyazlık” üzerinden temsil edilmesini saydamlığına bağlar: “Beyazın üstünlük kurmasını sağlayan, kendini hiç sorgulanmayan bir model olarak yutturabilme yetisidir. Beyaz ayrıcalığı… Beyazlığı ve ayrıcalıklarını görme yetisini içerir… Hâkim kültür, içindekiler için saydam olmayı sürdürür” (2004: 89) Schick, Çerkeslerin beyazlığı üzerinde bu kadar sık durulmasını ırksallaştırma süreci ile ilişkilendirir. Zira 19. yüzyılda Çerkes kadınlarının beyaz tenli olarak sunulması, beyazlığı dışsallaştırarak Avrupalılar ile Amerikalıları görünür kılarken, beyazların üstünlüğü fikrinin inşa edilmesini kolaylaştırmıştır (2004: 91). Samipaşazâde Sezai’nin bilinçli bir şekilde “beyaz ırk” fikrini yücelttiği söylenemez, ancak yüceltilmiş bir ahlak sisteminin temsili olarak Dilber tipiyle Batı’da oluşturulmaya çalışan ırksallaştırma sürecine eklemlenmiştir.

Tanzimat dönemi romanlarına bakıldığında devlet yapısına bağlanan kulluk sistemine dair bir çatışmaya yer verilmezken özgürlüğün kadının esareti dolayımında tartışıldığı görülür. Samipaşazâde Sezai de esaret sorununa devlet sistemiyle doğrudan çatışmaya girmeden dolaylı bir şekilde toplumun vicdanına seslenerek çözüm üretmeye çalışmıştır. Esaretin, kölelerin yanı sıra efendiler için de yarattığı ve yaratabileceği sorunları “edebe uygun” bir imkânsız aşk söylemi ile göstermek istemiştir. Osmanlı’daki kölelik algısının Batı’ya nispetle daha “ılımlı” olduğu algısını sorgulatan Samipaşazâde Sezai, devlet düzeniyle bir çatışmaya girmeden esaretin aile kurumu içinde yarattığı sorunlara odaklanır. Sergüzeşt romanında üst sınıf batılılaşmış bir tip olan Celal Bey ile Çerkes köle Dilber aşkı dolayımında esaret konusu toplumsal vicdanı harekete geçirecek şekilde kurgulanır.